21 Ağustos 2010 Cumartesi

"Gergin - Bizim Gibi"

Gergin

Kayıp tüyler
değersiz hazine
onun peşinden gittiği
aklına hâkim olunan
duvardaki gölge tarafından
bir daha
yumruk kavga için hazır
kendi isteksizliğine karşı
korkusuna karşı
duvarlara yansıtılmış

Görmüyor
soğuk taşta kan var
görmüyor
geçmiş hiçbir zaman mevcut değil
hiçbir zaman

Hafızasını tutuyor
yumruğunda
geçmişini geri çağırarak
seyreltilmiş
an
ve
an
atomlarına ayrılmış
ve elinden geçerek
ışık sarıya dönüyor
onun yutkunduğunu duyuyor
odada
onu görmüyor
görmüyor
geçmiş hiçbir zaman yok
hiçbir zaman
ışınları
zihninin
çatlaklarından bırakılan (yarışıyor)
göğsünde bir sızıntı
o, hazineyi göğsünde saklarken
yüreğinin ayasında
sadece bir saniye geç kaldı
ve geçmiş

Bağlar

Öğretildi
elinde mürekkep lekeleri
yüreği bağlı
(kan kırmızısı taş)
bir şey var
… unuttuğu

Sıkı

O -
orgazmik gerilim
arketipik, bükülmemiş -
yazılmamış kanunlar
eritici
gazlaştırma
senkoplu
bir öksürük
ardından kodein
sarıl
daha sıkı
tutuyor
gergin:
onun şimdisi

~~~

Bizim Gibi

kıpkırmızı ve ufacık
bir parça kaygan
yorgun saçlar dinlenir
omuzlarda

cevaplanmamış bir soru
onun ıslak dudaklarından bir ses
önlüğünü düzelten eller
yuvarlak üzgün kalçalarında

arkamı dönüyorum
ve ışığı görüyorum
bir şaka gibi
ben keşfederken
karamel aurasını

arkamı dönüyorum
ve ilk defa
şarkısını duyuyorum
sessizlikte bizi getiren

bir araya

Axilea M. Üzümcüoğlu

Biz Kırmızı Işıkta Geçiyorduk

Biz kırmızı ışıkta geçiyorduk bayım
birbiriyle çarpışacağından haberi olmayan iki ses arasında
bir gözlüğün ayrı yere bakan iki camında sessizce
çizikler biriktirerek birbirinden habersiz iki ses arasında
usulca ilerliyorduk. Kavuşursak biteriz diyen bir otomobille
kavuşamasak da biteriz diyen diğer bir otomobil arasında
sessizce ölüyorduk
çünkü zaman nesnesinden hızlıydı bayım ve
onu sürükleyen su selinden sadece bir damlaydı

Biz kırmızı ışıkta geçiyorduk bayım
elleri uzakta kalan kadınla;
kelimeleri saklayan adam arasında
sarı ışıkta hızlanarak, üzüntü sarsınca seri,
yastığın kılıfını koklayarak uykuyu arayan adamla;
onun ellerini özleyen kadın arasında
yeşil ışığı beklemeden kırmızı ışık altında
sessizce sevişiyorduk

Sütunların yıkılacağı
seslerin şiddetinden belliydi, anlayamadım bayım
anlayamadım kaçıp kaçıp döndüğüm yerin
gittiğim yer olduğunu

Ansızın çarparak
ve kanartarak kesilen kolun uzar mı kemiği
acıyla sessizleşen dil bilir mi söylemeyi
ve niçin sessizsin denildiğinde konuştuğunu sanarak
hangi dil bağırsa bademciğine gömülmez mi?
ve öpülünce içi bir tuhaf olan insan bilmez mi
aşk akıllısının delilerden türediğini
bilmez mi anasının adını, bilmez mi bayım?

Öyle acılar ki sesler ve küller arasında
öyle cümleler ki kadınlar ve kapılar arasında
öyle harfler ki morg yazılı tabelada insan siluetleri
soldan saldırınca dört, çapraz ateşte yedi harfli
satranç galiba çünkü fil kaleye gidiyordu bayım;
kale nereye,
kale hüzün içre
kale yalnızlığından bir diğer kaleye
çünkü biri; bir diğeri için bardağa boşaltıyordu kendini

Biz kırmızı ışıkta geçiyorduk bayım
teselli sırası bendeydi
onu öpüp kendime saklıyordum
onu öptükçe kendime kalıyordum
onu öptükçe gözlerindeki irin yarasından taşıyordu,
benim de böyle bir kedim vardı bayım
göz pınarlarında irin biriktiren kör bir kedim vardı
trene bindirip uğurladım bayım
trene bindirip el sallayarak ağladım
ikimiz de biliyorduk öleceğini;
uğurlayan ellerin bir daha dönmeyeceğini
delik deşik etin arasına sızan acının
yumruk olup gözümüze kaçacağını

Kuşların gideceği
rüzgârın şiddetinden belliydi, anlayamadım bayım
anlayamadım gidenlerin ne kadar tesir ve telef ettiğini

Biz kırmızı ışıkta geçiyorduk bayım
sesini alıp gittiğinden beri
iki kere bozduğum ağzını öperek yaşıyordum
iki kere gelip sonra dönen sesini bekleyerek sevgililerimi
ancak ölerek ağırlayabiliyordum

yılların savurduğu kelimelerle şehirlerde yaşadım
denize kıyısı olan kentleri özledim, kaybolmayayım diye
gittiğim yoldan döndüm evime
gittiğim yoldan döndüm ev dediğim aydınlık zindana

Kuşların ve balıkların etlerimi kemirmesine ses çıkarmadım
nasılsa çığırtkanlar sürüsü vardı bayım
onlar kuşların arasına sokulur
çok eski bir türküyü mırıldanırlardı çığlıklarıyla
bense; denize kıyısı olan kentleri severdim.
Kalbim o zaman hüznün deniz gören bir yerinde
yüzünün ıslatamadığı bir yerdi
gençtim güzeldim; eskidim bayım
anlayamadım karardığını gecelerimin
anlayamadım bayım!..
bayım!..